19 Şubat 2010 Cuma
PEN-CEREN İLK! BAHAR...
BİR-SEN!
12 Şubat 2010 Cuma
PEN-CEREN ÇAN SESLERİ
9 Şubat 2010 Salı
PEN-CEREN KİMDİR CEREN?!?!?!
7 Şubat 2010 Pazar
PEN-CEREN TEKEL İŞÇİLERİ
6 Şubat 2010 Cumartesi
TEN-CEREN LİKÖR
TEN-CEREN
5 Şubat 2010 Cuma
PEN-CEREN SEVİMSİZ YOL HİKAYELERİ
PEN-CEREN
3 Şubat 2010 Çarşamba
TEN-CEREN BOZA!
TEN-CEREN;
Evde Boza Yapımı
Malzemeler
3 bardak bulgur
2 kahve fincanı pirinç
3 bardak toz şeker
1 bardak eski boza ya da kibrit kutusu büyüklüğünde maya
Geniş bir kap
Yapılışı
Bulgur akşamdan bol su ile ıslatılır. Ertesi gün bulgur ve pirinç iyice ezilinceye kadar pişirilir. Mikserle çırpılır ve ince süzgeçten geçirilir. Bu karışım hafif ateşe konulur. İçine şeker katılır ve eriyinceye kadar karıştırılır. Sonra ateşten alınır. Bir yerde ılınmaya bırakılır. Arada bir karıştırılır. Ilındıktan sonra içine eski boza ya da ılık suyla ezilmiş maya katılır. İyice karıştırılır. Bu karışımın ağzı kapatılarak, 20-25 derecelik bir yerde, ara sıra karıştırılarak 2-3 gün bekletilir. İçinde göz göz hale gelmiş kabarcıklar görülürse olmuş demektir. Serin bir yere alınır. Soğuk servis yapılır. İsteğe bağlı olarak üzerine sarı leblebi ve tarçın ilave edilir.
Afiyet olsun.
Leblebisiz içilmeyen Boza; yıllar önce araştırıken bulduğum bir tatlıyı aklıma getirdi!
LEBLEBİ HELVASI.
Eskiler iyi bilirler, nefes aldığımızda genze hücum eden ve bir süre sesi soluğu kesen leblebi tozunun; yenirken kontrol edilebilir hali de diyebiliriz bu tatlıya.
İŞTE TARİF;
LEBLEBİ HELVASI
200 gr. leblebi tozu
200 gr. tereyağ
200 gr. toz şeker
400 gr.su
Tereyağ+leblebi tozu kavrulur. 10 dakika maksimum.
Su+şeker ayrı bir tencerede kaynatılır. İkisi de sıcakken eklenir.
Afiyet olsun!
HAMİŞ: Turkish Airlines'ın SKYLİFE dergisi, bu sayısında, BOZA ve bu tarifi vermiş!
KÜÇÜCÜKKEN;
Ankara'nın kışları çetin geçerdi. Mesa sitesinin karşısında bomboş, yüksekçe bir arazi vardı. Oraya düşerdi ilk kar. Ne zaman yağsa, tutardı o zamanlar...
Ayaklarımızda, belki bot bile yoktu! Şimdinin sadece zenginlerin alıp giyebileceği kar pantalonlarını, kar montlarını, daha hiçbirini görmemiştik bile.
Annesi Alman Bikem, üşümezdi bir tek kartopu oyunlarında. Kardan etkilenmez, ayakları buz kesmezdi. Sıcacık olurdu elleri.
Benimse, atkıma bile yapışırdı kar. Kafamdaki teyze örgüsü kukuletam kara bulanırdı, eldivenlerim içine kar dolduğu için ağırlaşırdı. Eve nefes almadan koşardım; soğuktan çatlamış yanaklarım kan kırmızı, saçlarım ıslak....
Annem çıkarırdı yapışan üstümü başımı. Çeke, iteleye kurtulurdum ağırlaşmış kat kat ıslak kıyafetlerimden. Bacaklarım, ellerim, kollarım, kıpkırmızı çıkıverirdi ortaya. Hiç birşey hissetmezdi bedenim önce. Garip bir ağırlık olurdu, sonra hafiften acımaya başlayan etlerimin sonraki kaşınmasına dayanamazdım.
Tüm bunları kara soğuk, dondurucu kar yağışı yaşatırdı bana. On dakikalık kartopu oyununun zevki, bir saat acı içinde ısınmaya çalışmakla yok olurdu. Yıl 1976'ydı...
Sonraları bir kar şehri olan Michigan'da üniversite okudum.
Yedi ay, hiç durmadan yağan kar, şehri kapladığı andan itibaren, beyazlaşan yeryüzü, kristal ağaçlarıyla göğe uzanır, tek bir metrekareyi beyaza boyamadan bırakmazdı. Sıcak kahvelerimizi, havaya fırlatır, yere kristal buz olarak düşüp parçalanmasını izlerdik. Bu kadar kara rağmen; üşümezdim Michigan'da! Kış gelir gelmez, satılan tüm pantalonlar, montlar, rüzgar geçirmez, kar suyunu içine almazdı. Keza botlar da öyle. Sıcacık ayaklarım hiç acımaz, ellerim uyuşmazdı.
Kimse üşümezdi aslında. Belediye öyle bir çalışırdı ki; gece boyunca kar küreme araçları durmazdı, ekstradan kazalar, donarak ölen ya da, düşüp ayağını bacağını kıran, normalden daha fazla sayıda olaylar yaşanmazdı. Tüm gece deli gibi kar yağar sonunda, sabah uyandığımızda, hayatımızı etkileyen hiçbir negatiflik olmazdı. Yıl 1993'dü....
Dün Çekmeköy'de, deli fırtınayla karışık karda, etraftaki telaşı izledim. Taksiler, buzlu yollarda, hızlı gitmeye çalışarak hepimizin canını tehlikeye atıyor, insanların çoğu düşüyor, tutunmak isterken ellerine kim gelirse, onları da yanlarına alıp yerlere savuruyordu.
Bir saat içinde, İstanbul trafiği birbirine girmiş; Ankara'ya yola çıkan babam; üç buçuk saatte; köprüye varamadığını anlatıyordu telefonda bana!
Her yerde elektrikler kesiliyor, kombiler belli bir saatten sonra evleri ısıtmıyor, evsiz-barksız insanların, sokak kedileri ve köpeklerinin akıbetinin ne olduğunu bile bilmediğimiz bir soğuk karanlık çöküyordu şehre!
Kimbilir kimlerin elleri bacakları dona kesiyor, bu coğrafyada yaşamanın bedeli ödeniyordu dün gece.... Bu şehirde kristal değil ağaçlar, güzel değil kar, bembeyaz hiç değil!
Pencereden attığım kırıntıları kuşların bulmuş olmasını, az sonra mahalleye bırakacağım mamaları da kedi-köpeklerin yemesini diliyorum.
İşsiz, evsiz, soğuktaki ana-babaların çocuklarının ise açlığı, sefaleti unutup kar topu oynamanın hazzına ersinler istiyorum bu gün. Anneleri üşüyen ayaklarını ovalasın. Çatlayan yanaklarını öpücükle karışık sıcak nefesleriyle ısıtsınlar!
Yıl 2010; yer ise KÜLTÜR BAŞKENTİ İSTANBUL.
2 Şubat 2010 Salı
PEN-CEREN----TEN-CEREN
PEN-CEREN; düşüncelerimi; duygularımı; biraz siyasi, biraz politik biraz da, "ERKEK DÜNYASINDA" kadın olarak yaşamanın zorunlu zorluğundan bölümler;
TEN-CEREN; bölümündeyse, nefis Ceren yemekleri ve tarifleri eklenecek!
Şu blog olayını bir kavrarayım! Hızla geliyorum!
BLOG MACERASI!
Blog deneyimi nasıl bir macera, hiç bir bilgim yok. Yaşamak, yaşadıklarımı paylaşmak, benim sesimi belki de uzatmak isteğim. Çünkü, yaşarken, yaşamı deneyimlerken, durup şöyle bir "kendime eğildiğimde" kızdığım, sevindiğim, anlamını bilemediğim o kadar çok şeyle karşılaşıyorum ki! Bazen,"bir dakika" demek geliyor içimden! İçimde kalmasından bıktığımdan belki de! Dışa vurmam gerektiğinden, ya da kim bilir bir yerlerde birileri "Ben de yaşadım işte bunu" desin diye. Ya da "olur mu canım, bu böyledir" densin diye!
Sesimi duyurmak istiyorum! Ben de varım diyebilmek!