24 Ağustos 2011 Çarşamba


Dünyanın ismi daha dünya bile değilken; yeryüzünde yaşayan âdemoğulları ve kızları, geceleri bulutlarla örtünüp, gündüzleri güneşle yıkanırken; dünya işlerini bırakıp; gökyüzünü izler olmuş.

Gündüz bulutları seyre dalmak da eğlenceliymiş, ama asıl şölen geceleri yıldızlar ortaya çıkınca başlarmış.

Sihirli yıldızları izlemek; izledikçe de hayran olmamak elde değilmiş.

Bazı geceler bulutlar örterse eğer yıldızların yüzünü; anlatmak imkânsızmış yeryüzü insanlarının üzüntüsünü.

Yıldızlar parıldarken gecenin dibinde; yeryüzünden hayran hayran bakıp; bu işi keşfetmek isterlermiş.

“Nasıl olur?” derlermiş; “Bu karanlıkta böylesine parlaklık?”.

Güneş de parlakmış ama izlettirmiyormuş ki kendini. Biraz bakmak isteseler, rahatsız olup acıyormuş gözleri. Oysa yıldızlar öyle mi; hem de göz bile kırpıyorlar ve parıltılı her biri…

Artık tek konuları yıldızlarmış ve onların gizemi. Düşünmüşler ki; eğer ererlerse yıldızların sırrına, parıldamak da düşermiş her birinin payına.

O zaman işte, serperlermiş yıldız tozlarını üstlerine, yürüdükçe ışıldarmış, ışıldadıkça tanınırlarmış, tanındıkça sevilirlermiş, sevilince de mutluluğun kaynağına erişirlermiş…

“Düşünsenize” demiş, içlerinden biri;

“Alaz, alaz yansa renkler saçımızda, parıltılar ayaklarımızın altında; bu kadar uzaktan bize göz kırpan parıltı, bizim üstümüzde kim bilir nasıl kocaman bir ışıltı”

Eskiler gençlerden daha temkinliymiş. Korkuyormuş çünkü “ya çok ışıklıysa; her tarafa saçılırsa, birden bire üstümüze dağılırsa, ya bir daha da toplanamazsa.”

Ama yine de istiyormuş ayrı ayrı her biri, ne yazık ki ışıldamakmış tek eksikleri.

Güzel kızlar, yavaş yavaş güzelliklerini unutmuş, gençler, gençliklerinden vazgeçmiş, yaşlılar yaşlarından utanmış. Tek dertleri sıkıntıları yıldızları yakalamakmış.

Günler, geceler, birbirini kovalayıp dururken, artık herkes soluk soluk bakarken, anlamışlar ki bu böyle olmayacak, yıldız tozlarını ele geçirmenin bir yolu bulunacak.

İçleri içlerine sığmıyormuş, ama gel gör ki, yıldızları tutup çekmenin bir yolu da yokmuş.

Yıldızlar, gökyüzünün tepesinde, insanoğulları ise; yeryüzünde. Aradaki ise; kocaman kapatılamaz bir mesafe.

Bir araya gelip konuşmaya karar vermişler yine yıldızlarla dolu bir gece.

Yaşlısı, genci, akıllısı, delisi. Hepsi bir bir atıyormuş fikirlerini ortaya, çareler aranıyor, bir yol bulmaya çalışıyormuş her biri. Önce hep birden konuşmuşlar, sonra konuşmalar azalmış, en sonunda da birden herkes susmuş…

Büyük bir sessizlik olmuş;

O anda ama bir tanesi içlerinden sıyrılmış; herkesin ortasında yerini almış. Başını kaldırmış ve dimdik durmuş. Uzun boylu, geniş omuzlu güçlü; kara bir genç adammış konuşan

Demiş ki: “Dinledim hepinizi, ayrı ayrı, tek tek, kimsenin bir fikri yok, bilmiyor hiç kimse bu iş nasıl halledilecek. Şunu da anladık ki” demiş; “Yıldızları çekip almanın bir yolu yok. Ama hepimizin parlama isteği de oldukça çok”.

“O zaman” demiş; geriye tek bir yol kalıyor, eğer gelemezse bize yıldızlar, ben onlara giderim.

Bir alkış kopmuş ki kalabalıktan; genç daha bir heveslenmiş…

“Ben demiş; giderim yıldızlar diyarına; nasıl böyle parlıyorlar kendilerinden öğrenirim, anlar, geri gelirim… Gelirken de yanımda ışıltı getiririm.” Dönünce sonra, toplarım hepinizi yine bu geceki gibi buraya; bilip öğrendiğim tüm sırları; hepinize öğretirim.”

Bunu duyunca çok şaşırmışlar; bu işin büyük cesaret istediğine karar vermişler ve bu kara delikanlının adını CESARET koymuşlar.

O kadar sevinmişler ki; CESARET gidecek, yıldızların sırlarına erecek; geri gelecek ve sonunda her biri parıldayabilecek…

Günlerce, gecelerce çalışıp didinmişler; aşlarını ekmeklerini sularını paylaşmışlar, kocaman bir sapan yapmak için çalışmalara başlamışlar.

Sonunda dualar ederek ve ardından bir bardak su dökerek yollamışlar CESARET’i yıldızların en parlağına “KUTUP YILDIZI” na aylarca, yıllarca hazırladıkları bu iri sapanla…

Giderken yaldır yaldır yanan yıldıza iyice bakınmış CESARET; onun üstünde gezinecek olmasından çok hoşlanmış.

Ama yol o kadar uzun ve CESARET o kadar yorgunmuş ki; üç yüz dünya günü uyumuş yıldız yolunda.

Nice sonra gürültülü patırtılı yıldız yüzeyine değivermiş CESARET’in ayakları. Ardından da bedeni savrulmuş yıldızın ortasına.

Ayağa kalkmış hemen; heyecanlı. Hazırmış ne zamandır bu an için, oldukça meraklı. Karanlıkmış ortalık; açıkçası biraz şaşırmış CESARET. Beklediği ışıl ışıl koca bir sim bulutuymuş. Oysa yıldız yüzeyi oldukça donukmuş.

Gökyüzüne döndürünce yüzünü; görmüş yine binlerce parlayan diğer yıldızları.
“Mutlaka” demiş; “bu yıldızın da bir yeri parlamalı.”

Ve başlamış koşmaya. Koşmadan önce de üç taşı üst üste dizip; işaret bırakmış. Bırakmış ki; dönüp geri geldiğinde bilsin nereden başladığını!

Dört yıldız günü ve dört yıldız gecesi koşmuş, yıldızın parlak bölümüne ulaşmayı aklına koymuş… Parıldayan tozlar yerine; koyu karanlık bulaşmış ellerine.

Sonunda dizdiği taşların yanına gelivermiş bir sabah.

Bakışları boş; umudu kırık ve inancı yaralı oturmuş üç taşın yanına.

Ve CESARET; yıldız yüzünün karanlık yerinde; o an anlamış ki;

Çok uzaktan parlayan her yıldız; yakından ASLINDA renksiz ve soluk.

IŞILTILI VE ÇEKİCİ YILDIZ; YAKINDAN SADECE KARANLIK VE SOĞUK.







Bebeğim, ok kirpikli; gül dudaklı küçüğüm… Nasıl bir hediyesin bir bilebilsen benim için…

Sana dokunmak için yanan parmaklarımı hatırlıyorum. Narkoz baygını, çok sancılı ameliyatımın ardından nerede olduğumu bilmezken bile, senin hastane tulumunun arasından gördüğüm tenine erişeli, tam 8 yıl oldu…

Seni ilk kez hissettim bebek Alaz; aylardır beklediğim, adını sayıkladığım oğluma, sana, ılık bir Mayıs sabahı dokundum ilk… Nasıl farklı bir histi yaşadığım…

Hamile kaldığımda ilk kez güllerin kasım ayında böylesi deli, hoyrat ve özgür açtığını fark etmiştim… Ne kadar cömertmişler meğer renklerinde… Çılgın bordolar, parlak beyazlar, turuncu kayısı gülleri ve ne eşsiz kokuları varmış meğer.

İşte ilk o zaman anladım ki, 30 yıllık yaşantımda, fark etmediğim tüm güzellikleri senin hayatıma gelmenle birlikte bana öğretecektin…

Öyle de oldu… Seni bekledim, bekledim, bekledim…

Ve yine bir gül sabahı, Mayıs’ta, benim yüreğimin ülkesine tomurcuklandın…

İlk sabahımızdı seninle… Hastane odasında… Seni sabah saat 04.00’te bana getirdiler… Kucağımdaydın işte… Upuzun kirpiklerinle… Sen hiçbir şey bilmiyordun, kimse bilmiyordu seni nasıl beklediğimi… Öylesi yeni öylesi taze…

Renkli paket kâğıtlarıyla süslenmiş armağandın artık sen bana. Biliyordum, her paket, yeni bir renk, her renk yeni bir sürprizdi hayatımda… Daha hiç açmadığım, içindekini çok merak ettiğim heyecanımdın bundan sonra…

Seni kim bilir kaç kez kokladım. Hala sana çok yaklaşmam bunun içindir… Biliyor musun, sen konuşurken nefesini koklarım ben hala senin… Kollarını izlerim, bana bir şeyler anlatırken. Bakışlarını ezberlerim, ayrıyken ikimiz, yapıştırırım gittiğim her yere zihnimdeki görüntülerini… Seni her an, yanımda yoksan bile her yerde yaşarım ben kuzu bebeğim…

Bu yüzdendir, çıtır kabaklara benzetirim senin kollarını, her çocuk bakışı biraz sensindir bana, her kedi patisinin sıcacık yumuşaklığı, tüm çocuk elleri, senin ellerindir artık benim için….

Tenin özeldir ama özel kokar bana. Her bulut yumağı tenindir. İpek gibi yumuşak, şeftali tüylü, gül kokuludur… Bazen, olmadık bir zamanda gözündeki yaşa takılır aklım, biliyor musun, yanaklarından dökülürken o damlalar, gittikçe büyür, birer kaya olup yüklenir yüreğime… Ağlama isterim ben, sen hiç ağlama…

Aslında hiç bir çocuk ağlamasın isterim ben… “Dünyadaki hiçbir çocuğun canı yanmasın” diye dua ederim hep.

Biliyor musun? Dualarım değişti senin yüreğimin ülkesine gelişinden sonra…

“Sakın sana bir şey olmasın” “Annem, babam uzun yıllar; çok çok uzun yıllar yaşasın, Alaz’ın dayısı da evlensin, Alaz’a kuzenler gelsin” diye dua ediyorum “Leo da uzun köpek yılları yaşasın, yaşasın ki, oğlum köpeğini kaybetmenin acısını geciktirsin” diyorum uyumadan hemen önce…

Ama en çok “Sakın ölmeyeyim” diye dua ediyorum, “Allah’ım, sakın bu aralar ölmeyeyim… Seni büyütebileyim… İlk aşk acında, yanında olabileyim. Üzüntülerinin, sıkıntılarının ne kadar önemsiz olduğunu anlatırken sana, içimdeki panik belli olacak diye korkayım…

O uzun boyunla yürü sonra sen yanımda… Ben yine, hep şaşırayım, bu uzun boy genlerinin ailemizin hangi tarafından geldiği hep kurcalayıp dursun kafamı… Yine sana takılayım, “Acaba adını Alaz yerine, Palaz mı koysaydım” diye. Bunu duyunca, hep yaptığın gibi benden aldığın yamuk gülüşünle, kahkahalar at. Ve baygın bakışınla, hülyalı ok kirpiklerinle; 8 yaşında yaptığın gibi çikolatayla beni kıyasla…

Ve gün gelsin, seni emanet edeyim… O kız seni çok sevsin, sen de onu… Vallahi kıskanmayacağım sana söz…

Ama o kız da bilsin ki, sen yalnızlığımın aydınlık yüzüsün benim… Gücümsün, yaşama kök saldığım mücadelemsin. Bilsin ben gece gündüz Alaz için, oğlum için, bin bir sıkıntının içinde, sadece senin bir bakışın için ömrümü feda edecek kadar çok seviyorum seni…

Bilsin ki ben bu hayatta her şey oldum, Çocuk Ceren, Öğrenci Ceren, Evlat Ceren, Spiker Ceren, Eş Ceren… Ama en çok Anne Ceren olmayı sevdim, Anne Ceren’i yaşamayı seçtim; Alaz’ın annesi Ceren olmaktan çok gurur duydum. Bunu bilsin o kız e mi benim Ponko’m???

Ama o zaman gelinceye kadar, biz yine azıp, tepişelim seninle… Evin içinde top oynayıp, geceleri bile denize girelim… Yaz-kış dondurma yiyip, buzlu sular içelim. Soranlara inat, hasta olmadığımızı bizim soğuğu sevdiğimizi şımararak anlatalım.

Bana ilk bakışın gibi, okula ilk başlayışın, ilk cümlelerin, ilk adımlarının heyecanı gibi karşılayayım seni her keresinde. Hep aynı hasretle sarılayım ben, en son 5 dakika önce sarılmış olsam da… Duyduğum en güzel iltifatlara inanayım yine. Dünyanın en güzel; en komik annesinin kendim olduğuna inandığım gibi. Saçlarım uzun ve hep açık olsun, düşsün omzumdan aşağıya kadar ve senin için hiç toplamayayım. Ben ekran makyajımı silerken sen yine şaşırarak beni izle. Kimse çikolata sufleyi benim kadar iyi yapamasın ve galiba çok uzun süre, şehirdeki en güzel Çin yemeği bizim evimizde pişecek olsun.

Biliyorum sen bir gün gerçekten yumurta kırmayı öğreneceksin. Ve bu sefer yerlere değil, bir kâsenin, ya da tavanın içine isabet ettirebileceksin. Ama geçen gün kek yaparken, üçüncü kez kırmayı deneyip beceremediğin gibi her defasında, ben seni yeniden denemen için cesaretlendireceğim… Bir süre daha, bozduğun, kırdığın, kirlettiğin her şeyi ben temizleyeceğim.

Sonra bir gün, sen az kırmayı, az kirletmeyi ve bozmamak için dikkat etmeyi öğreneceksin. İnsanları, yapmaya çalıştıklarını, kendini kırıp dökmeden, ellerinde taşımayı öğreneceksin. Buna rağmen yine de dağılıp, bozulan şeyler olursa hayatında; onun çaresine bakmayı da bir gün öğreneceksin.

Ama bil ki; ben hep senin yanında yürüyeceğim. Sana hissettirmeyeceğim, ama hep yanında, yanı başında olacağım benim küçük prensim. Sen korkma diye dimdik duracağım hem de. Üzülme, sıkılma, hele hele de hiç ağlama isteyeceğim… O uzun boyuna bakıp, bakıp şaşırarak…

“Dik dur oğlum” diyeceğim sana…

“Omuzlarını düşürme, kendine inan ve bizi bu dünyada buluşturan mucizeye şükret.”

“ Ne kadar sevildiğini, nasıl özel olduğunu hep hisset…”

“Sevginin dünyanın en büyük zenginliği olduğunu unutma…”

“Ve başkasının mutluluğuna sevinmenin en büyük erdem olduğunu bilerek yaşa…”



22 Ağustos 2011 Pazartesi



3 Aralık Dünya Engelliler Ve Engelleyenler Günü…


3 Aralık Dünya Engelliler ve Engelleyenler Günü

Bu yazıyı yazmak, yazabilmek için ellerimi kullanabilmek, gerekirse az sonra bir fincan kahveyi hazır edebilmek… Ne kadar büyük bir lüks değil mi?

Çocukluğumdan beri, “farklı” görünenlere özel bir ilgi besledim. Ama bu “acıdığım için, merakımdan ya da etrafa karşı” bir davranış biçimi değildi. Sadece “farklıdan korkan, dışlayan, acıyanların” yani bir nevi kendini işte bu yüzden “üstün” görenlerin ayıbını “farklı olanlara karşı” kapatmak istememden kaynaklandı.

9 yaşındayken yazları teyzemin Zonguldak’taki evinin bahçesinde oynarken, oyunlara hiç alınmayan Albino hastası Ümit için savaşım, benim de oyunlardan dışlanmamla son bulmuştu! Ama olsun, tam tamına 3 aylık tatilim Ümit’le sokaklarda, renkli cam parçaları toplayarak geçmişti. Şimdi renk ne anlama geliyor onun dünyasında anlıyorum ve içim sızlıyor.

Farklı olmayı ben de yaşadığımdan belki, genç kızlığım, çocukluğum zor geçti. Farklıydım herkesten. Düşüncelerim, tepkilerim. Ben de çoğu zaman istenmeyen oldum!

Sonra Amerika’daki 5 yıl… Yabancı olarak da farklıydım, Amerika’da yaşayan Türklerden de farklı. Belki de hep böyle hissettim, dünya hep benim KARŞIMDA oldu!

Hadi biraz çevirelim ibreyi ters tarafa! Ben belki de farklı hissettirildim. Farkı yaratan aslında hep karşımdakilerdi…

İşte “Engellilerle” ilgili, hissettiğim tam da bu aslında. Onlara farklı olduğunu hissettiren BİZLERİZ…

Tekerlekli sandalyeyle, metropol İstanbul kentinde eğer kimsenin yardımı olmaksızın ilerleyemiyorlarsa,

İş yerleri kanunda olduğu üzere, çalıştırdığı engelli kişiyi, her anlamda “idare ediyorsa”,

Bir engelli gördüğümüzde acıyıp, merak edip, aslında belki de hiç konuşmak istemedikleri konulara hakkımız varmış gibi, ne oldu, nasıl oldu? Sorularını yöneltip, bir de ardından, “dağlara taşlara” deyip, tahtalara vuruyorsak,

Kendimizi üstün algılayıp,

Her şeyden önemlisi, asıl engelliyi “hor ve küçük” görüyorsak,

Şuna eminim ki; asıl sıkıntı bizden tarafta…

Engelleyen bizleriz, yargıda bulunan, istemeyen, kaçan, korkan! İşte tam da bu aslında bizleri “engelli” yapan bir durum!

Biz gibi olmayanı kabul etmemek, anlamaya çaba sarf etmemek! Nasılsa değişik ya, isteyerek ortak nokta bulmamak ve üstüne üstlük böbürlenmek!

Ne yazık ki, cehalet gerçek bir engel benim için. İnsanının ufkunu genişletmemesi, kapalı kalıplarda daha rahat etmesi, yeniliklerden korkması. Oysa bir anlamaya başlasa ki, varlığının aslında ne denli ufacık bir nokta olduğunu, değil böbürlenmek, utanırdı herhalde bu durumdan!

Ama utanmak için bile, belirli bir seviye gerekir…

Bugün Dünya Engelliler Günü…

Engelleyenin kim olduğunu düşünmenizi isterim.

Bir de tehlikelerle dopdolu coğrafyamızda, bu gün sapasağlam olmanın, yarın bir “engelliye dönüşme ihtimali”ni de…




İNÇ BESES?
HALKLAR, BENCE DEVLET POLİTİKALARINA, TARİHE, ÖĞRETİLENLERE YA DA EZBERLETİLENLERE RAĞMEN DOSTTURLAR…

Virüslü Türk ve Boyiyan’lar

@kadinmedya – Eksi 40 derecede, evimden binlerce kilometre ötede, karların arasında ince bir gecelik ve sırılsıklam bedenime yapışmış bir pardösüyle, nereye gideceğimi bilmeden ağlıyorum…

18 yaşımdayım, Michigan’dayım, aylardan Ocak… Okumak için geldim, ama bana evini açan 85 yaşındaki Rus Vala; öksürdüğüm için ve bu öksürüğün kendisine sirayet etmesinden korktuğu için beni sıcak yatağımdan söküp, dışarı fırlattı…

En baştan beri beni sevmedi, biliyorum. Amerika maceramın en sert kadını, Vala…

Evine beni aldığında, ev işlerine yardım karşılığı az bir kira ödeyerek, 1991 Kasım ayından 1992 baharına kadar kalabileceğimi söylemişti…

Ancak Michigan’ın buz soğuğu, beni fena sarsalamıştı ve bronşit olmuştum…

Ev sahibem Vala, bronşit hastalığını anlamak istemedi ve beni “Virüslü Türk” olarak kapıya koyuverdi…

Yürüyorum, kar yüzümü iğneliyor… Her bir tanede, derimi delip içime işliyor…

Tek tanığım, 1970 yılında Türkiye’den göç etmiş, Ermeni ana-kız BOYİYAN’lar…

Kapılarını çalıyorum, saat 23.00. Amerika için gece yarısı…

MADLEN açıyor kapıyı. Geceliğinin üstüne, bir mont giymiş…

Karanlıkta sadece kocaman; simsiyah gözlerini görüyorum.

Ardında, benimle yaşıt kızı HERA var. O da Korkmuş…

Hiç bir soru sormuyorlar ağlayan bana…

Madlen anaların anası, Hera da kız kardeşlerin en hası, sıcacık evlerine kapıyı ardına kadar açarak alıyorlar beni İÇERİ…

Ertesi gün, eşyalarımı toplayıp getiriyorlar.

Bir daha yaşlı Vala’yla hiç muhatap olmuyorum…

Karın ortasında birden çiçekler açıyor kalbimde… Bana sahip çıkıyorlar, ailem oluyorlar, sırdaşım…

İstanbul’u özlüyoruz her gece birlikte…

Ben zaten hasretim ama farkediyorum ki, Madlen’in İstanbul tutkusu bambaşka… Çok gençken; Hera daha 5 yaşındayken kaybettiği kocasını; bir de Büyükada’yı ne zaman anlatsa; bir süre sonra sesi hıçkırıklara karışıyor…

Öğrendiğim kırık dökük bir kaç ermenice kelimeyle, sabah, akşam her karşılaşmamızda “İnç beses” diye soruyorum ev halkına. ”Nasılsınız?” demek. “Mersi” diyorlar “Tun içbeses?” yani ”Sen nasılsın?”.

“Agu Hera” diyorum, “Gel”.

İlk kez “topik” yiyorum… Ben de Madlen’e Hera gibi “Mama” diyorum…

Fark ediyorum ki, sadece ama sadece Sezen Aksu dinleyip, rakı balık gecelerinde, Madlen payetli, pullu bluzlarını giyip, bir de makyaj yapıyor… İstanbul’a; geçmişe, anılarına saygı için… Onun dışında da hiç süslenmiyor…

O gecelerde Yunan marketlerinden bulduğumuz uyduruk beyaz Türk peynirini, acı zeytinlere kekik basıyoruz, domatesin üstüne zeytinyağı gezdirip yalayıp yutuyoruz Hera’yla yarış edercesine…

Madlen sonra, yanık yanık “Sarı Gelin” türküsünü söylüyor, biz Hera’yla rakıdan karışmış aklımızla kıkırdayıp duruyoruz…

Kimi zaman konular; Türk-Ermeni meslesine geliyor. Fikirlerimizi söylüyoruz ama hep dikkatliyiz, birbirimizi hiç incitmeden tartışıyoruz, bildiklerimizi ve bilmediklerimizi paylaşıyoruz… Sonra birden gülme tutuyor Madlen’i…

Kapalı “e” leriyle, ”aman be kızım” diyor; ”abuş işlerle ne uğraşacağız; bize mi kaldı bu konular, saplanıp kalmışız işte karlı Michigan’a” diyor.

Biz de gülüyoruz sonra…

O yüzden işte, Ermeni’leri çok severim ben, zamanında benim annnem-kız kardeşim oldular diye… Herşeye rağmen hala yan yana yaşıyoruz diye…

O’na “inç beses?” diyebilmek isterdim.



Hrant Dink
19 Ocak 2007’de Hrant Dink’in vurulmasından bu yana, okumakta olduğum belki de en kalın kitaplardan biri TÛBA ÇANDAR’ın kitabı HRANT… Her satırı öyle işliyor ki içime, geceleri Hrant, karısı Rakel, Madlen ve Hera birbirine karışıyor rüyalarımda…

Belki çok az insan hatırlıyor o sevimsiz akşamüzerini. Ama ben yerde yatan o cansız bedeni bir türlü unutamıyorum…

Ve maalesef ki, tam da bu günlerde, Hrant Dink cinayetinin tetikçisi olarak tutuklanan Ogün Samast, çocuk mahkemesinde yargılanacak haberi geliyor.

Rakel Dink’in, “bebekten katil yaratmak” sözü “KATİLDEN ÇOCUK YARATMAK” olarak değişiyor.

Michigan’da artık havaya sinmiştir bu zamanlarda kar kokusu.

Geçmişimden bir anı, Mama’mız Madlen, bizi tembihliyor, sakın Michigan’daki Türkler ya da Ermeniler bilmesin benim onlarda kaldığımı diye. Görünmez hınç, adsız nefret dolaşıyor yani etrafımızda.

Buna yenilmiyorum, çünkü her Ermeni Hera gibi kardeşim benim.

Sonra öğreniyorum Hrant Dink’in ne kadar özel olduğunu…

O da meğerse Madlen gibi en çok, “Sarı Gelin” türküsünü severmiş…

O da çok sevmiş memleketini…

O hiç düşünmemiş İstanbul’u terketmeyi…

Önceden bilmiş, eğer giderse, kaçarsa; uzaktan sadece rakılı, balıklı gecelerde burnu sızlayacak, gizlice bir kaç damla gözyaşını içine akıtacak…

Her gün hasretle anacak sevgili memleketini…

Bu yüzden ne olursa olsun memleketinde kalmalı ve kalacak…

O da meğer okumak isteyen çocuklara kucağını, evini açarmış. Tıpkı Madlen’in bana yaptığı gibi.

BOYİYAN ailesi olmasaydı, ben yenilecektim, daha ilk yılımda, evsiz barksız, okulu okuyamadan dönecektim!

Kimbilir kaç kez, göz göze gelmiştik NTV’ye geldiği zamanlar Hrant Dink’le.

Mahcup gülümsemiştim o sırada… Ama her keresinde içimdeki 18 yaşındaki genç kız fırlayıp, Madlen’le Hera’yı anlatmak istemişti ona… “Yapmak istediklerinizi biliyorum, çünkü yaşadım. Biz gerçekten kardeşiz” demek için…

Ama her defasında; sadece mahçup gülümsemiştim…

Aslında kaç kez yanına usulca yaklaşıp, “İnç beses?” demek istedim Ermenice ona “nasıl olduğunu” sormaya yeltendim… Hep utandım, yapamadım ama en çok da çekindim…

Ben gerçekten çekindim…

Usulca yanına yaklaşıp, nasıl olduğunu sormaya çekindim…

Ama ne yazık k i bir Cuma akşamüstü, İstanbul’un ortasında, güpe gündüz, O’na sinsice yaklaşan kanlı eller; bedenine kurşun sıkmaya çekinmedi…

16 Nisan 2010 Cuma

PEN-CEREN DÜNYANIN ALTI!


Kardeş sevgisi nasıl anlatılır? Küçücükken küçük ellerinden tuttuğum, tarçınlı süte bisküvi bandırmayı öğrettiğim küçük adamım az önce başka bir ülkeye göçtü!

"Yeni yaşam" diyorum,"O'nun için çok hayırlı" diyorum, "çok güzel bir yerde" diyorum. Ama sürekli ağlıyorum.

Tanıdıklar, yakınlarım, herkes bana "ağlama" diyor, binlerce pozitif şey söylüyorlar. Kızıyorlar hatta, "ölüm değil ya "diyorlar, "alt tarafı uzakta."

Kimse bana, "haklısın, kardeş eli uzaklara uzandı, çağırsan, özlesen, görmek istesen, kokusuna, gönlüne dalmak istesen yapamazsın" demiyor. "Ağla" demiyor kimse bana. "Dök içinin gözyaşlarını" demiyor bir türlü.

Çocukluğumuzu hatırlamak istiyorum, ağlamaktan anılarım da bulanık. Zaten hatırlayan ben olmamışımdır bu güne değin. Hep Kerem hatırlar, bana anlatırdı. Anılarım uzaklaştı, kahkaham uzaklaştı, kardeşim uzaklaştı!

Sessiz sakin durup, patlatıverirdi esprileri. “Beni ne kadar seviyor” diye düşünüp sağlamasını yapmaya çalışırdım. En hararetli anlarımızda dahi kaybetmezdi soğukkanlılığını. Anlayamazdım bir türü, beni ne kadar sevdiğini. Çok dokunmazdık birbirimize. Çok öpüşüp koklaşmazdık. Keşke diyorum, daha çok sarılsaydım, tutsaydım ellerinden. Keşke ben ona hep söyleseydim aslında ne çok önemli olduğunu!

Deseydim ki;

“Hayat bana biraz hoyrat davrandı. Hayallerim, isteklerim, umutlarım çok hırpalandı. Hırçınlığım sana değil, hayata!, deseydim!

Diyebilseydim ki,

“Sen Alaz’dan önceki ilk çocuğumdun. Okuldan geldiğinde ellerini yıkardık beraber. Kahvaltı hazırlardım sana, sütünü ılıtırdım. Gözlüklerini temizlerdim, çikolata ayırırdım sana, bana gelenlerden. Küçücüktün. “S” harfini söyleyemezdin, beraber çalışırdık. “Süt Şişesi” dedirtmeye çalışırdım sana. Bir gün dedin ama.

Bir gün büyüdün, kötü bir oyunun içine düştün. Sıyrılıp çıkamadın ve küstün! Hayata küstün, adalet sistemine küstün, kendine küstün.

Ondan sebep, gözlerin yaşla dolu olsa da gittin bu gün. Özgürlüğe uçtun, nefes almaya, kimsenin seni yargılamayacağı uzak mı uzak dünyanın altındaki ülkeye!

Yolun açık olsun, canım, kanım, küçük kardeşim!

Seni çok seviyorum!

Ablan

16.04.2010

19 Şubat 2010 Cuma

PEN-CEREN İLK! BAHAR...



Baharı kokladım!

Geliyor biliyorum. Gökyüzü yükseldi farkında mısınız? Artık akşam daha geç yükleniyor sırtımıza. Kışa inat, bahar dalları pıtırdamış!
Geliyor biliyorum.

Arkadaşlarım arıyor, plan yapmakta zorlanıyorum. Hepsiyle teker teker kahve içmek için buluşsam da, zaman yetmiyor.

Oğlum iyice bir uzun adam oldu. Boyuma uzandı. Okuldan gelmesini sabırsızlıkla bekliyorum, gülüyoruz beraber bol bol. Burnumu saklıyorum boynuna. Kokusunu ezberliyorum her keresinde...

Annem geliyor sık sık. Konuşuyoruz. Bu aralar içi boş, bizi çok güldüren konularımız var. Ama sıcacık sohbet ediyoruz. Kırmızı saçlarını izliyorum konuşurken, üstüne taktığı orijinal renkleri. İçim heyecanlanıyor. Biliyorum bahar geliyor.

Gece geç saatte benden 'çikolatalı sufle' isteyen kızlara hemen pişiriveriyorum 'rakı sofrası' sonrası!

Tuba'yla 5 saatlik bir sohbetten sonra; arkadaşıma sıkı sıkı sarılıyorum. Dostumu sarmalıyorum!

Babama 'şekersiz tatlılar' yapmayı deniyorum; yazı yazıyorum; spor yapıyorum; Kerem ve Su'yu izliyorum bir sohbette!

Sevgilime tutunuyorum, beraber planlıyoruz hayatı.
Yaşıyorum, umutlanıyorum.

Bahar geliyor biliyorum. Vakitlerden GÜLME SAATİ.....