16 Nisan 2010 Cuma

PEN-CEREN DÜNYANIN ALTI!


Kardeş sevgisi nasıl anlatılır? Küçücükken küçük ellerinden tuttuğum, tarçınlı süte bisküvi bandırmayı öğrettiğim küçük adamım az önce başka bir ülkeye göçtü!

"Yeni yaşam" diyorum,"O'nun için çok hayırlı" diyorum, "çok güzel bir yerde" diyorum. Ama sürekli ağlıyorum.

Tanıdıklar, yakınlarım, herkes bana "ağlama" diyor, binlerce pozitif şey söylüyorlar. Kızıyorlar hatta, "ölüm değil ya "diyorlar, "alt tarafı uzakta."

Kimse bana, "haklısın, kardeş eli uzaklara uzandı, çağırsan, özlesen, görmek istesen, kokusuna, gönlüne dalmak istesen yapamazsın" demiyor. "Ağla" demiyor kimse bana. "Dök içinin gözyaşlarını" demiyor bir türlü.

Çocukluğumuzu hatırlamak istiyorum, ağlamaktan anılarım da bulanık. Zaten hatırlayan ben olmamışımdır bu güne değin. Hep Kerem hatırlar, bana anlatırdı. Anılarım uzaklaştı, kahkaham uzaklaştı, kardeşim uzaklaştı!

Sessiz sakin durup, patlatıverirdi esprileri. “Beni ne kadar seviyor” diye düşünüp sağlamasını yapmaya çalışırdım. En hararetli anlarımızda dahi kaybetmezdi soğukkanlılığını. Anlayamazdım bir türü, beni ne kadar sevdiğini. Çok dokunmazdık birbirimize. Çok öpüşüp koklaşmazdık. Keşke diyorum, daha çok sarılsaydım, tutsaydım ellerinden. Keşke ben ona hep söyleseydim aslında ne çok önemli olduğunu!

Deseydim ki;

“Hayat bana biraz hoyrat davrandı. Hayallerim, isteklerim, umutlarım çok hırpalandı. Hırçınlığım sana değil, hayata!, deseydim!

Diyebilseydim ki,

“Sen Alaz’dan önceki ilk çocuğumdun. Okuldan geldiğinde ellerini yıkardık beraber. Kahvaltı hazırlardım sana, sütünü ılıtırdım. Gözlüklerini temizlerdim, çikolata ayırırdım sana, bana gelenlerden. Küçücüktün. “S” harfini söyleyemezdin, beraber çalışırdık. “Süt Şişesi” dedirtmeye çalışırdım sana. Bir gün dedin ama.

Bir gün büyüdün, kötü bir oyunun içine düştün. Sıyrılıp çıkamadın ve küstün! Hayata küstün, adalet sistemine küstün, kendine küstün.

Ondan sebep, gözlerin yaşla dolu olsa da gittin bu gün. Özgürlüğe uçtun, nefes almaya, kimsenin seni yargılamayacağı uzak mı uzak dünyanın altındaki ülkeye!

Yolun açık olsun, canım, kanım, küçük kardeşim!

Seni çok seviyorum!

Ablan

16.04.2010

19 Şubat 2010 Cuma

PEN-CEREN İLK! BAHAR...



Baharı kokladım!

Geliyor biliyorum. Gökyüzü yükseldi farkında mısınız? Artık akşam daha geç yükleniyor sırtımıza. Kışa inat, bahar dalları pıtırdamış!
Geliyor biliyorum.

Arkadaşlarım arıyor, plan yapmakta zorlanıyorum. Hepsiyle teker teker kahve içmek için buluşsam da, zaman yetmiyor.

Oğlum iyice bir uzun adam oldu. Boyuma uzandı. Okuldan gelmesini sabırsızlıkla bekliyorum, gülüyoruz beraber bol bol. Burnumu saklıyorum boynuna. Kokusunu ezberliyorum her keresinde...

Annem geliyor sık sık. Konuşuyoruz. Bu aralar içi boş, bizi çok güldüren konularımız var. Ama sıcacık sohbet ediyoruz. Kırmızı saçlarını izliyorum konuşurken, üstüne taktığı orijinal renkleri. İçim heyecanlanıyor. Biliyorum bahar geliyor.

Gece geç saatte benden 'çikolatalı sufle' isteyen kızlara hemen pişiriveriyorum 'rakı sofrası' sonrası!

Tuba'yla 5 saatlik bir sohbetten sonra; arkadaşıma sıkı sıkı sarılıyorum. Dostumu sarmalıyorum!

Babama 'şekersiz tatlılar' yapmayı deniyorum; yazı yazıyorum; spor yapıyorum; Kerem ve Su'yu izliyorum bir sohbette!

Sevgilime tutunuyorum, beraber planlıyoruz hayatı.
Yaşıyorum, umutlanıyorum.

Bahar geliyor biliyorum. Vakitlerden GÜLME SAATİ.....

BİR-SEN!


Hiç birşey anlamıyorum!

Güneşli bir soğuğun içindeyiz. Etrafımda, geceymiş de yıldızlar varmış gibi, düşüncelerim kayıp anında yok oluyor! Tutmak imkansız, hatırlamak mümkün değil.

Ufak ufak hatırlamaya başlıyorum. Başlangıcı-bizi! Ne bu kadar yorgunduk, ne de meraksız.

Oturduğum koltuktan doğruluyorum, ayaklarım bedenimden uyumsuz, sana yaklaşıyorum. Yüzün solmuş, gözlerin aynı! Gözlerinle sarmalıyorsun beni. Gitme istiyorum, otur yanımda. Bir banka ilişmiştik, koca ağaçlı bir hastanenin boş bahçesinde. O kadar boştu ki içimiz. Sen anlamıştın gideceğini, ben ise, direniriz sanmıştım.

Bir güven bulutu, sıcacık günde ılık meltemli bir liman ellerimiz. Sana bakıyorum. Beynim kalbimden bağımsız, gülümsüyorsun bana.

Gözlerim diyor ki" Hadi Teyze; HADİ!"

Ben de kendime bunu söyleyip duruyorum kaç gündür.

"Hadi kızım. HADİ"

"Hadi kızım,ellerini yıka" Teyzemin sıcacık sesi bu. Zonguldak'tayım. Rüya şehir. Heryerin, herşeyin tepelerde olduğu masal şehir. Teyzemin evi, çarşıdan 95 merdiven. Yorulmamak için zikzak çizerek tırmanmayı o zaman öğreniyorum.

"Hadi Ceren, ellerini yıka". Çok sıcak suyu sevmiyorum. Hassasım ben! İÇİM GİBİ DIŞIM DA HASSAS! Ve bu su çok sıcak. O zaman öğreniyorum ki; sıcak suda, fazla hareket etmezsem, az yakıyor beni. Ellerimi suyun altına sokuyorum, kıpırdatmadan, kırmızıdan mora dönmesini izliyorum. Gazoz kapağı gömülmüş yeşil sabun yüzeyini, mıknatıslı bölümünden ayırıp hızlı olmamak kaydıyla, avuçlarımın içinde ovalıyorum. Herşey sıcak bu kentte!

"Misafirlikteyiz" Teyzemin "ahbapları".O kadar çok seviyorlar ki beni, tiksiniyorum öpülmekten! Tükürük kokuyor yanaklarım. O zaman öğreniyorum ki, farklı bir koku yeteneğim var! Herşeyin kokularını ayırt edebiliyorum ve bu bana hiç haz vermiyor. Çünkü herkes kötü kokuyor bu şehirde. Teyzemin dışında, onun kokusu bir başka! Çiçekle meyve arası!

Ellerimi yıkayıp, "oturma odasına" geliyorum. Önüme konulan tabakta tuzlularla tatlılar ayrı olsun istiyorum, tatları karışmasın birbirine... Etrafıma bakıyorum. Tüm teyzeler sohbette.

"KRİSTALLİ ODA" burası. Heryer kristallerle dolu. Sehpaların üstü, çay bardakları. Şekerlik, vazo. Adına sonradan"kesme"denildiğini öğrendiğim kristaller var Zonguldak'taki herkesin evinde. Arkadaş hiç yok bu gün bana. Ama sıkıldığımı hiç kimse bilmiyor, O zaman öğreniyorum ki; şartlar ne olursa olsun, oyalanacak birşeyler bulabiliyorum. Örneğin "renk oyunu"oynuyorum. Kristal şekerliğe gözümü dayıyorum, hele de güneş, dantel perdelerin arasından sızıp gelmiş ve benimle buluşmussa eğer; bir anda gökkuşağı, yedi renk! O zaman öğreniyorum, her sıkıcı olayda farklı tonlar bulabilmeyi....

Çaylar içiliyor, kahve sonrası fallar bakılıyor. Herkesin eltisi sorun! Çocukların durumları, kuş gibi kısmetler, tez zamanda alınacak haberler, yüreklerin kabarması, deve yüküyle gelen paralar, 4 vakte kadar yuvarlak halkalar, bunların karşısında hislenen kadınlar arasında sıkıntıdan patlıyorum. Teyzem hep bana kalsın istiyorum.

O kadar sıcak ki Zonguldak, deniz tek mutluluğum.Ama "ahbap günlerinde deniz yok, deniz klübü yok, klüpten içeri girer girmez burnuma yapışan nefis tost kokusu yok! Nedense bu gün teyzemin kızı "Ayşablam'da"yok.

Benden 6 yaş büyük idolüm, iki gamzesi,upuzun düz saçları ve kalkık burnuyla, dünyalar güzeli ablam, ayşablam bu gün bizimle gelmemiş. Neden bilmiyorum, evde kalmış. Nasıl hayranım O'na. Tek hayalim ona benzemek. Hiç benzemiyoruz ama. Benim yüzüm çilli. O zaman bunu hiç sevmiyorum. Hep gülümsüyor bana Ayşablam. Teyzem-Annem-Ben- Ayşablam! Hayatım BİZden ibaret.

Çok susuyorum. Soğuk su içmek istiyorum ama vermeyeceklerinden eminim. Teyzemin evi olsa, dolaptan bana su verir. Ama misafirlikte "çocuklar soğuk su içmez" deyip, kestirip atıyorlar her keresinde.
O zaman öğreniyorum, bir lokma diş macununu yutarsam, içtiğim ılık suyun "buzzz gibi" hissettirdiğini. Yavaşça tuvalete sıvışıyorum önce.

"Hadi kızım, Hadi Ceren" Teyzemin sihirli sesi bu. Gidiyoruz!!! Yaşasın.

Sokaklar, merdivenler tırmanıyoruz, yemyeşil sahil şehrinde. Rüzgar yalıyor çilli suratımı! Çok seviyorum ben burayı. Daha sıkı tutuyorum teyzemin elini.

Sonunda çiçekli eve varıyoruz.

Kapıyı Zonguldak Prensesi, Ayşabla açıyor, odasındaki pespembe perdeler güneşe sıkı sıkı kapalı, öyle bir loş pancar kırmızı renk bırakıyor ki önünde, kapı açılınca, pembelik dolanıyor evin herköşesinde. Teyp açık bir kadın, biraz komikçe; avaz avaz şarkı söylüyor:

"Efkârım birikti,sığmaz içime; Bin sitem etsem de azdır kadere; Gülmeyi unutan yaşlı gözlere, Mutluluktan haber ver, dilek taşı"


Teyzem mutfağa dalıyor, biz de Ayşablam'la, aşkı bilmeden daha, aşk hayallerine....

O zaman öğreniyorum, aşk insanın kendi yarattığı pespembe bir hâyâl!

Ne zamandır kendime "Haydi" diyorum "Hadi Ceren"....

Baş ucumda, ne teyzemin ılık sesi var artık ne de ayşablamın gölgesi.

Zonguldak, "gerçek masal şehri" benim için. Hiç gitmediğim, kokularını beynimde kaybettiğim.

Küpe çiçekleri ama buruyor her keresinde içimi.

Pembe uçlarıyla, ayşablamın odasının rengi birbirine karışıyor.

O zaman anlıyorum, anıları yitirmek acıtıyor insanı.

Geriye dönüp, sadece geriye kalan üç beş parça görüntüyü biriktirmeye çalışmak!

Bugünün gerçekliğinde, insanın nasıl sevgisini içine gömmeyi öğrendiğini anlıyorum.

Cennettekileri özleyip, yaşayanlarla ise görüşmemeye yavaş yavaş alışıyor insan.

Yine de ama, her yeni kişide eskileri aramayı bırakmıyor ki yürek.

Her akşam üstü, göğe değen kızıllık, şarkıları saplayıveriyor ayrılığa.

Her ulu ağaçın dallarının gölgesi hüzün dolu!


9 yaşındaki Ceren "Hadi"diyor işte o zaman bana; "sakın sıkılma, tüm renkler senin, yeter ki güneşle buluş! HADİ!!!!"














12 Şubat 2010 Cuma

PEN-CEREN ÇAN SESLERİ


Biraz dağınık bir duygu durumundayım bu akşam! Dün gece Sedat Örsel Hoca'nın muhteşem bir" oneman show"undan sonra, böyle bir çan eğrisi, bilmiyorum ne kadar mantıklı.

Ne zamandır" duygu terazisi" kafamı kurcalıyor. Hani çocukları önce parka götürürsünüz, ardından belki sinemaya, ya da en sevdiği arkadaşlarıyla deliler gibi azdıktan sonra, yine çok mutlu olabileceği bir şey yaparsınız. Sonra tepin tepin tepinirler,ağlayıp bağırırlar ya, onun gibi.

Alaz 3 yaşındayken, böyle bir partiye gitmiştik. O kadar eğlenmişti ki, gülerken gözlerinden yaşlar gelmişti.

Sonra parti dağıldı, biz de eve doğru yola çıktık. Alaz'ın memnuniyetiden sebep gözyaşları bir süre sora üzüntü gözyaşlarına dönüşmüştü! -ki hiç huysuz bir çocuk değildir-.Nedeninin "arkadaşlardan ayrılmak" olduğunu düşünmeyi seçmeyip araştırdım. Evet bir terazi vardı gerçekten de içimizde. Bir anlamda "duygu dengesi".
Yani ne kadar kudurmak - o kadar yorulmak gibi, ne kadar sevinmek, o kadar "bir anda" üzülebilmek. Salt şımarıklık, hırçınlık gibi algılanmaması gereken bir duygu düşüşü....

Sanırım ben de bu gün biraz sıkıntıdayım. Çünkü dün gece çok güzeldi, çok özeldi. Anılar anlatıldı, dostluk paylaşıldı! Gecenin bir kıytısında, bir baktım ki, "babamın, annemin arkadaşları" Benim de dostum olmuş çoktan.Çünkü onlar "AYDIN, AKILLI,TEMİZ KALPLİ, ATATÜRK ÇOCUKLARI". Hâlâ gözleri çocuk bakıyor , çocukluklarını itelememişler kenara. Hayatı algılayışları, dürüstlükleri, insanlıkları çarpılmamış "para" ," şöhret" ya da " hırs" uğruna. Dik durmuşlar, sağlam durmuşlar, birbirlerini satmamışlar! Bu nasıl bir "asalet" varın siz düşünün. Bu zamanda bu KALİTE.

Dün geceyi anlatmanın tarifi ve imkanı yok. Anlatmaya kalksam, Sedat Hoca gibi diyalekt yapamayacağım için bir anlamı olmaz!

Olmaz da, bana kalan bir çan eğrisi bu gece! Bir garip "Duygusal Düşüş"!!!

9 Şubat 2010 Salı

PEN-CEREN KİMDİR CEREN?!?!?!


Fotoğraftaki küçük kız çocuğu benim. Bakmayın yaşımı başımı almış olmama! Ben hâlâ aslında yan tarafta gözüktüğüm gibiyim!
Beni okumak için beni bilmek lazım.
Hayatın beni nereye götürdüğünü bilmem ama, yönümü bilirim.
Pusulam, dürüstlük ve vicdandır.
Vicdanımdan, kötü olan hiçbir şeyi "bilerek yapmam."

Aileme taparım. Annemsiz bir "renk", babamsız bir "söylem", Kerem'siz bir "anlam" yoktur benim için.

Oğlumsa çok başka, ancak " nefes" diye anlatabilirim onu. Nefesim!

Sevmek "BİR" olmaktır benim için. Aynı kalbi paylaşmak, başkasına yer açmak.

Bu yüzdendir, taa eskilerden, şimdiye misafir ederim kalbimde AKHAN'ı.

Uyanınca ilk aklıma düşer, görünce kalbimin odalarının kapıları çarpar küt-küt diye!

Benim ışıltılı çığıltılarımı, sessizliğiyle korur. Sevmenin vaz geçmek olmadığını, sorunlardan arkanı dönerek çıkıp kaybolamayacağımı bana öğreten TEK ERKEK... Sevginin içnide çabalamayı da barındırdığını, kötü gözüken şeyleri, bakış açını değiştirirsen eğer, o kadar da kötü olamayacağını bana gösteren İLK SEVDA. Kalbimin gerçek prensi!

BABAM'a çok düşkünümdür sonra. Sizler onu nasıl görürsünüz bilemem ama, benim için göz kamaştırır.Çok güldüğüm, dert ortağım, meslektaşım, öğretmenimdir babam! Her anımı kutladığım, yanında kendimi "korunaklı" hissettiğim canım babam!
Doğru dediği doğrudur. Yanlışsa her daim yanlış.
Mitolojideki Zeus'tur o. Evimizin baş tacı.

Annem neşeli, yaramaz bir kız çocuğu! Ama çok kuvvetlidir. Dirençli ve dik. Ama içindeki çocuk hep kahkahalar savurur dışarılara. Bazen ciddi durmak gerekirken bile!Yürüdüğü yerlere renklerini savurur. Ellerinde boyaları, ailemize her zaman resimler çizer. Hepimiz karanlıkken örneğin; simli, altın parlak umutlarla doldururverir yüreklerimizi.

Kerem kardeşim, adını oğlumunkiyle karıştıracak kadar çocuğumdur benim. İlk baktığım, ilk "süt ısıttığım" ilk göz ağrım. Yaşadığı dünyayı algılamak zordur. Ama en saf duygularla, en temiz bakış açısıyla yaşar. Belki bundandır, karalanmak istenmesi. Bizim yine de "en naifimizdir"o.

Alaz'ım, benim tek yaşam sebebim, geceleri duam, gündüzleri "gün ışığım". Küçük "gurum","filozofum" gözlerimi bulutlu gördüğünde, beni bilerek oyalayacak kadar "olgun".Kimi zaman, benim ona "bakmamdan" çok, bana "bakan" bir uzun delikanlı.
Bunlar işte vaz geçilmezlerim. Kahve kokusunu çok severim, çamaşır makinasının sesini, yemek yapıp,-yemekten çok- yedirmeyi severim. Saçlarımın görüntüsü çok önemlidir. Saçlarım güzel değilse, ben de değilimdir.

Bir de dostlarım var, bu hayatta birlikte yolculuk ettiğim; sıralama değildir ama onları alt alta yazmam. Bunu anlayacak kadar dostturlar bana.

TUBA'm var, sülün bedenli. Gece kızım, ay ışıklım. Ne kadar tepedeysem, o kadar altta kalmayı başarmış, dostluğumuzu 17 yıldır ortalarda tutabilmemizin tek mucizesi. Konuşmadan anlaştığım, sevincimde sevincim, hüznümde hüzünüm. Ailesine bakınca, annesini teyzem sanmam, ablasına neredeyse abla diyecek olmam da bundandır.

BETÜL var, Betül'le yaşadığım 15 yıl var. Haber yönetmenim olarak hayatıma giren, ardından "can dostum" olan, bir sözüyle beni titreyip kendime getirebilen, hayata çok değişik bakabilen, saatlerce güldüğümüz, her yeni buluşmamızda, yaşamın ne denli kutsal olduğunu bana hatırlatan, tanıdığım en iyi anne, en akıllı kadın, en titiz ve de en eğlenceli çil surat Betül'üm var benim. Hayallerimiz, gerçekliğimiz, ve bunlar arasındaki uçuruma kahkahalar attığımız, ayrıca bu BLOG'un da gerçek sahibi, bana "yaz, yaz" diye tutturan, DENGELİ kadınım benimdir o!

ZEYNEP var, hala yaramazlık yaptığım. Anne gibi olmaya çalışıp çocuklarımızın yanında, olamayınca dans etmeye başlayıp kıkırdadığım arkadaşım. Hayatı müziklendiren, soslandıran, her daim uçuşan kaçışan güzel iki renk saçlı Zeynep'im. Kitap,film paylaştığım, her günümü film kareleri haline getiren, dosluğumuzu neredeyse, roman kadar edebi kılan Zeynep!

GÜLTEN ve EBRU var. Zor zamanların bizi düğüm gibi bağlayıp artık ayrılmamızın imkansız olduğu. Çök kötü kalpli bir cadının bana verdiği iki prenses. Orman yolları, deniz kıyısı kahvaltıları, Sarıyer sırtları, çocuklarımız dibimizde, tabi ki bu üçlünün değişmez dördüncüsü Ayşe Anne yanımızdayken içilen kahveler, bakılan fallar, atılan kahkalar, ve ne mutlu, kötülükten bir değil iki iyi dost çıkması!

Liseden görüştüğüm bir tek TUĞBA var. O kalabalığın içinde, yanımda taşıdığım tek ses. Olmasa da, uzak da olsa, içimin hep arkadaşlık ettiği, göz göze geldiğimiz an, beni genç kızlığıma götüren, fransız lolitam!

SANEM var, ellerinde geçmişimizi benden daha özenle taşıyan, afet-i devran! Suskun duran, sessizliğinde fırtınalar barındıran çocuk-anne, benim kara kızım! Gözleri dumanlandığı an kimi düşündüğünü bildiğim, ardından dualar okuduğum, Küçük Prens'in bana emaneti Sanem!

ELİF var sonra; entellektüel komiğim benim. Adını bile duymak beni, gülme krizine sokacak kadar komiktir hem de. Anlar beni, tutar ellerimden nerede olsam. Ağlasam anlar, yere düşsem eğilir üzerime. Onunlayken herşey sihirli gelir insana, tek bir kelimesi, geçmiş ve geleceği kapsar. Sevmeyi bilir, sevgisine sahip çıkar! Bir bebektir benim için Elif'im! Elimden asla düşürmeyeceğim. Dünyalar güzeli bir bebek!

BURCU'cuğum var, çizgi film gözlü! Yosun gözlerinin içinden pırlantalar saçan! Oğlu oğlumun bebeklik arkadaşı, benim neredeyse bebekliğimi bilen, bebek arkadaşım benim! Narin bedeniyle, varoluş çabasını, hayretle izleyip, hayran olduğum, COLDPLAY' i İngiltere'de dinlemeye yemin ettiğimiz dostum!-yoksa AUDIOSLAVE' miydi?-

AYLA ve HAZAN var, hayatımın tam orta yerinde! Onlar aslında annemin arkadaşları ama, bana da anne ve dostlar. Ayla tiyatro sahnesinde olup, oradan hiç inmemeliymiş, kötü günlerin güneşi, dostluğunu hiçbir şeye değişemeyeceğimiz komik kadın.

HAZAN nam-ı diğer, benim HASAN TEYZEM noel annedir benim için. Bu kadar iyi kalpli bir meleği tanıdığımız için annemle hep şükrederiz. Evi parfümler, rujlar, renklerle doludur. Boya kalemleri elinde küçük bir kız çocuğuna benzer!

KUTİ! Adaların kadını! Mücadeleci ve akıllı kadın! Betty Boop karakteri seni görünce yaratılmış sanki. Korku dağlarını gücüyle yıkan, cesaret timsali!

FATMA var sonra, benim medite olmuş, herşeye gülen yürekle bakan, öğretilerini bir ömür boyu sakladığım, neşeli Fatma'm. Betül-Ceren-Fatma muhabbetleri, hayat birlikteliği, hiçbir zaman sallanmayacak sağlam dostluk örneği olmuştur yıllardır. Aklım çıkar hastalanırsa; ama bilir, Ceren ona bebek gibi bakar!

SEDAT PAŞA'yı da unutmamam gerekli. Öğretileri, yorumları, sevgi dolu dünyasıyla her zaman yanımızda olan, asil Beyefendi!

FAİK var, herkesin Faik'i ama benim özel kardeşim! Kötü günlerde sesini duymak istediğim, hayatını takdir edip, artık baba olacağını arayıp bana haber vermesini beklediğim,canlı yayında bile beni kahkalara boğan, iş partnerim.Acıyı yaşadık onunla, ailesi ailem oldu benim. Uzakta da olsa, yılın aynı günü, her daim dudaklarımdan duaların döküldüğü, nerede olursa olsun, inancımla andığım arkadaşım!

Bir de çok sevip deli gibi zaman geçirmek istediklerim var, BEDİ, HADİYE, CÜNEYT, ÖZGÜR, BESTE, BARIŞ, PINAR, SEBLA, MURAT, GÜLEN, AHMET, ÖZLEM, LALE, VİLDAN DİLGE, DİLEK, HALE, SU.

Unuttuklarım vardır elbet. Kalbimde olup, yazı çok uzadığı için!
Devam yazısı yazıp, hayatımdaki tümnefesleri sıkı sıkı tuttuğumu bilmelerini sağlamak istiyorum!
İyi ki varsınız hayatımda!

7 Şubat 2010 Pazar

PEN-CEREN TEKEL İŞÇİLERİ


Direniyorum!
Bebek babamın bana Amerika'dan getirdiği harika bir kız çocuğu. Ellerimden kopartıp almaya çalışansa, küçük başımın belası; Altınay! Benim o zamanlar, adını söyleyemeyip, Haltunay olarak dilimin döndüğü, mükemmel mavi gözlü, altın sarısı saçlı, pespembe dudaklı, havalı kız!

Vermeyeceğim bebeğimi. Çünkü; Haltunay'a karşı tek zaferim bebeğim! Saçlarım kahverengi, gözlerim mavi değil, ve ben onun gölgesinde hırçınım.
Biliyorum içimden, 4 yaşımızdaki iktidar mücadelesini bırakıversem, ellerimle versem bebeğimi Haltunay'a, ilgisi belki de bir kaç dakika sürecek, ama hayır, çekiştirirken biri, savaşı bırakamam!
Hayatı itip bükmeyi bıraktım ne zamandır! Öğretilerle yolumu bulmaya çalışıyorum! İçimi dinlemeyi, çirkefe verilecek en güzel cevabın sessizlik olduğunu, büyüklüğün sakinlikle beslendiğini ve korunmak için her hesabı yapmak zorunda kalmanın önemini biliyorum!

Duruyorum ne zamandır, neyi beklediğimi bilmeden. Oğlumu büyütüyorum. O'na vicdanı öğretemem çünkü zaten çok vicdanlı. Ama "anını kutlasın" istiyorum. Bir daha bu an yok, bunu öğretiyorum. Anlıyor ve sık sık, "şu an çok çok sevinçliyim" diyor.

Mutluluğu önemsesin istiyorum. Başkalarının mutluluğununa sevinmenin, dünyanın en büyük erdemi olduğunu bilmesini istiyorum. Diyorum ki, oğluma "gülen yüzler seni keyiflendirsin, mutlulukla beslen."

Sonra uyuyor Alaz. Gece başlıyor. Tüm kıskançlıklar, kötülükler, yalanlar, ikiyüzlülük çörekleniyor kalbime. Hesaplarım, yenilmelerim, anlayamadıklarım, birer birer diziliyor önüme.

Direniyorum! Bırakmayacağım ellerimden umudu....


Bu gece hava soğuk.

İki aydır, TEKEL İŞÇİLERİ direniyor! Bırakmıyorlar ellerinden haklarını! Çoluk çocuk, çadır niyetine kurdukları tentelerin altında, yaktıkları ateşin çevresinde, ısınmaya çalışarak, haklarını almak için savaş veriyorlar. Babalar, analar, direnişlerini çocukları için yapıyorlar. Örnek bir davranış sergiliyorlar.

Gece çöküyor, uykuya duruyor odalar!
Haltunay belki de kendi çocuğuna öğretiyor erdemi.
Babalar, hesap yapmaktan uyuyamıyor.
Anaların mide sancısı, evlatlarını büyütmek çabası.

Soğukta direniyor işçiler! Çekiştirirken birileri, savaşıyorlar, bırakmıyorlar UMUDU!


6 Şubat 2010 Cumartesi

TEN-CEREN LİKÖR


TEN-CEREN

LİKÖR YAPIMI

Likör benim en sevdiğim içki. Hem az içildiği, hem de süslü minicik bardaklarda sunulduğu için hem göze, hem de mideye hitap ediyor benim için.

İçkiyle olan muhabbetim çok ahım şahım sayılmaz. Denk gelirse, keyfim yerindeyse, arkadaş ortamı varsa, araba kullanmayacaksam, ertesi saatlerde önemli bir işim yoksa, bir kaç kadeh içmek isteyebilirim.

Ancak, yukarıda saydığım tüm şartların aynı anda meydana gelmesi gerekiyor benim alkol almam için,bu da hemen hemen tabiri caizse; kırk yılda bir'e denk geliyor.

,Evime gelenlere içki sunmak konusunda ise çok başarılıyımdır! Özekllikle kendi yaptığım içkileri! Yaz sıcağında Sangria, kışın da yine kendi yaptığım likörlerden sunmak en büyük keyfim.

Kış olduğu için; çok basit,bir o kadar da lezzetli KAHVE LİKÖRÜ tarifimi sizlerle paylaşacağım. Yazın da Sangria tarifini veririm.Söz!

CERENDEN KAHVE LİKÖRÜ

1 su bardağı iyi su
1 su bardağı şeker
1/4 su bardağı neskafe
2 su bardağı votka-pahalı votka olmasına gerek yok-
1 vanilya çubuğu-büyük marketlerde baharat bölümlerinde satılıyor-biraz pahalı!
-eğer bulamazsanız, ya da ucuza/kolaya kaçmak isterseniz, toz vanilya da olur,
1 yemek kaşığı kadar

İyi suyu kaynatıp, nescafeyi içinde eritin, şekeri ekleyin. Ilıkken votkayı koyun, cam bir şişe/kavanoza koyun. Eğer vanilya çubuğu varsa, uzunlamasına ortasını açın. Yoksa, toz vanilyayı ekleyin. 2-4 hafta beklesin. Karanlık ve serin bir ortamda olmasına özen gösterinç. Vanilyayı çubuk halinde kullandıysanız eğer, 2 hafta sonra mutlaka likörünüzün içinden alın...

Türk kahvesinin yanında misafirlerinize sunun!

Afiyet+şeker+bal!



5 Şubat 2010 Cuma

PEN-CEREN SEVİMSİZ YOL HİKAYELERİ


PEN-CEREN

SEVİMSİZ YOL HİKAYELERİ

İstanbul'un her şeyinden şikayet etmek mümkün! Kalabalıklığından, trafiğinden, insanlarının basitliğinden! Hemen hemen her şey bizi İstanbul'da çıldırtabiliyor.

Elbette, çıldırmak, mecazi anlamda kullanılan bir sözcük....gibi gelse de; geçen haftaki aile ziyaretimiz öncesinde İstanbul'da yaşadıklarımız, gerçek anlamda, hepimizi sinir krizine sokup, aklımızı oynatmamak için dua etmemizle son buldu!

Ölüm bu! Yaşlıya gence bakmıyor,düştüğü yeri cayır cayır yakıyor! Uzaktan akrabamız; 38 yaşındaki fidan gibi delikanlı Mesut, vefat etmişti. Yakalandığı hastalıktan kurtulamamış, bize nişanlandığı haberini vermek yerine, annesi, cenazesiyle ilgili bilgileri, karşılıklı göz yaşları içerisinde telefonda aktarmıştı.

Cenaze günü şehre çöken kar fırtınası, yolları kapatmış, biz gidememiştik.

Bir kaç gün sonra taziye için yola çıktık!

Çıkış o çıkış!

Gideceğimiz semt 'aynı şehir' adı altında ama 56 kilometre uzaklıktaki Avcılar'dı...

Trafik sıkışıklığının nedenlerinden birinin de kalabalık, işe gidiş veya çıkış saatlerinin olmasının yanı sıra, yanlış yerleştirilmiş levha sistemleri nedeniyle de meydana geldiğini kaç kişi daha fark ediyor benim gibi acaba?

Bir şehir ki, hiç bir uyarı uyarı değil! Her dakika dikkat etmek gereken, şizofrenik bir korku dünyası...

Zaten üzüntülüyüz bir de yalan yanlış dizilmiş yol kenarlarındaki levhalara baka baka adresi bulmaya çalışıyoruz.

Üçümüz de üniversite mezunu-annem-babam-ben, kendini akıllı ve zeki addeden ailemiz, öyle bir kayboluyoruz ki, bir süre sonra yollar, kavşaklar, viyadükler birbirine karışıyor. Hele bir de bir yan yola çıkamama halimiz vardı ki, tarifi imkansız.

TEM üzerinden, yan yolla birleşmeye çalışmak, hakka olan aşk gibi, bir türlü kavuşamamak, hep çabalamak, ve sanki can çıkmadan, bu uğraşın da sonu gelmeyecek gibi bir deli işi.

Dolayısıyla, sapmamız gereken yolu tam üç kez geçmek zorunda kalıyoruz. Üstelik baka, baka, göre göre,ama sapacak yol bulamadan...

Delirmek işten değil! En baştan, taa en önceden yeniden üst yola çıkıp, bir şekilde yan-yola sapmaya çalışıyoruz...Bir ara, ağlamak geliyor içimden. Kim belirliyor bu yolları?

Kim Kadıköy sağda kalırken; sola döndürüyor önce bizleri, ve kim Bostancı sol tarafımızda kalırken, sağa dönmeden çıkarmıyor bizi o köprünün üzerine?

Ya da, kim karar veriyor, girilmez işaretinin ardından beş ya da altı sokağa da aynı yasağı koymaya?

Kimler, DÜZ işareti yerine, havaya doğru çıkan oku bize yutturmaya çalışıyor?

Kim bu insanlar? Ve beyinleri nasıl çalışıyor?

Benzininiz tam bitmek üzereyken, ikiye ayrılmış yoldaysanız, ve karşı taraftaki benzin istasyonuna gitmek için neden en az 20 km. daha araba kullanmanız gerekiyor? Çok mu zor, ufacık bir ara açmak, hemen oracıkta benzinliğe uzanmak? Sonuçta, 'benzinler bitsin' diye değil mi tüm bu sistem?

Sonra düşünüyorum, Fatih Sultan Mehmet köprüsünün çıkışı da normal bir caddeye açılmıyor mu? Bunu da aynı kişiler tasarlamıyor mu? Dünyanın neresinde var böyle bir sakillik? Bir de adına Atatürk Caddesi demezler mi? Atatürk'ün ruhuna yapılan ayıplardan bir başkası...

Arabada herkes sinir içinde üzüntümüzün üstüne bir de asap bozukluğu eklenmiş vaziyette.

Üç buçuk saat sora taziyedeyiz. Halimiz ise tam taziyelik!

HAMİŞ: SEVGİLİ MESUT; HER NEREDEYSEN; MEKANIN CENNET OLSUN! SENİ HİÇ UNUTMAYACAĞIZ!


3 Şubat 2010 Çarşamba

TEN-CEREN BOZA!


TEN-CEREN;

BOZA'YI NASIL BİLİRSİNİZ???

Bozayla ilgili ilk anım; Ankara Çankaya'da; anlamını bilmediğim avaz avaz bağırtıların, gecelerimi bölmesiyle ilgili...

Sonsuzluğa yankılanan; 'OOOAAAAAA' gibi çıkan boğuk sesin, geceleri dehşet rüyalarda peşimi bırakmadığını itiraf etmeliyim.

Korkumla beni yüzleştirmek isteyen babamın, 'Kızım Boza'cının sesi o. Bak çağıralım gelsin!' demesinin ardından,içtiğimiz bozadan çok; zihnime yapışan, masmavi bir çift bozacı gözü hatırlıyorum!

Dört yaşının aşkı nasılsa, benim de bozaya olan düşkünlüğüm öyle olmuş, kısa bir süre sonra yaz gelmiş, bozayı da bozacıyı da unutup gitmiştim!

Yıllar sonra, eski defterin arasında evde boza yapımıyla ilgili bir tarif bulup denemiştim.
8-9 bin yıllık geçmişe dayanan Boza; Çin-Kafkasya-Orta Doğu- Anadolu- Doğu Avrupa'yı dolaşıp, benim evimde görücüye çıkmıştı!

Sonuç oldukça başarılıydı, ama süreç çok zorlu ve uğraştırıcıydı! İsteyenler, 'Zamanım var, uğraşırım' ya da 'tarifini bilsem yeter, yapmasam da olur ' diyenler; aşağıdaki tarife göz atabilirler. Ama yine de en yakın Vefa Bozası'nın satıldığı yer,daha zahmetsiz benim size tavsiyem!

O günkü tarifi bulamadım, ama VEFA BOZA'nın sitesinden bu tarifi aldım. Hemen hemen birebir gibi-tabii hatırladığım kadarıyla!

Evde Boza Yapımı

Malzemeler
3 bardak bulgur
2 kahve fincanı pirinç
3 bardak toz şeker
1 bardak eski boza ya da kibrit kutusu büyüklüğünde maya

Geniş bir kap

Yapılışı
Bulgur akşamdan bol su ile ıslatılır. Ertesi gün bulgur ve pirinç iyice ezilinceye kadar pişirilir. Mikserle çırpılır ve ince süzgeçten geçirilir. Bu karışım hafif ateşe konulur. İçine şeker katılır ve eriyinceye kadar karıştırılır. Sonra ateşten alınır. Bir yerde ılınmaya bırakılır. Arada bir karıştırılır. Ilındıktan sonra içine eski boza ya da ılık suyla ezilmiş maya katılır. İyice karıştırılır. Bu karışımın ağzı kapatılarak, 20-25 derecelik bir yerde, ara sıra karıştırılarak 2-3 gün bekletilir. İçinde göz göz hale gelmiş kabarcıklar görülürse olmuş demektir. Serin bir yere alınır. Soğuk servis yapılır. İsteğe bağlı olarak üzerine sarı leblebi ve tarçın ilave edilir.
Afiyet olsun.

Leblebisiz içilmeyen Boza; yıllar önce araştırıken bulduğum bir tatlıyı aklıma getirdi!

LEBLEBİ HELVASI.

Eskiler iyi bilirler, nefes aldığımızda genze hücum eden ve bir süre sesi soluğu kesen leblebi tozunun; yenirken kontrol edilebilir hali de diyebiliriz bu tatlıya.

İŞTE TARİF;

LEBLEBİ HELVASI

200 gr. leblebi tozu

200 gr. tereyağ

200 gr. toz şeker

400 gr.su

Tereyağ+leblebi tozu kavrulur. 10 dakika maksimum.

Su+şeker ayrı bir tencerede kaynatılır. İkisi de sıcakken eklenir.

Afiyet olsun!


HAMİŞ: Turkish Airlines'ın SKYLİFE dergisi, bu sayısında, BOZA ve bu tarifi vermiş!

Tebrik ediyorum dergiyi. Güzel konulara değinmişler!
PEN-CEREN;

KÜÇÜCÜKKEN;

Ankara'nın kışları çetin geçerdi. Mesa sitesinin karşısında bomboş, yüksekçe bir arazi vardı. Oraya düşerdi ilk kar. Ne zaman yağsa, tutardı o zamanlar...

Ayaklarımızda, belki bot bile yoktu! Şimdinin sadece zenginlerin alıp giyebileceği kar pantalonlarını, kar montlarını, daha hiçbirini görmemiştik bile.

Annesi Alman Bikem, üşümezdi bir tek kartopu oyunlarında. Kardan etkilenmez, ayakları buz kesmezdi. Sıcacık olurdu elleri.

Benimse, atkıma bile yapışırdı kar. Kafamdaki teyze örgüsü kukuletam kara bulanırdı, eldivenlerim içine kar dolduğu için ağırlaşırdı. Eve nefes almadan koşardım; soğuktan çatlamış yanaklarım kan kırmızı, saçlarım ıslak....

Annem çıkarırdı yapışan üstümü başımı. Çeke, iteleye kurtulurdum ağırlaşmış kat kat ıslak kıyafetlerimden. Bacaklarım, ellerim, kollarım, kıpkırmızı çıkıverirdi ortaya. Hiç birşey hissetmezdi bedenim önce. Garip bir ağırlık olurdu, sonra hafiften acımaya başlayan etlerimin sonraki kaşınmasına dayanamazdım.

Tüm bunları kara soğuk, dondurucu kar yağışı yaşatırdı bana. On dakikalık kartopu oyununun zevki, bir saat acı içinde ısınmaya çalışmakla yok olurdu. Yıl 1976'ydı...

Sonraları bir kar şehri olan Michigan'da üniversite okudum.

Yedi ay, hiç durmadan yağan kar, şehri kapladığı andan itibaren, beyazlaşan yeryüzü, kristal ağaçlarıyla göğe uzanır, tek bir metrekareyi beyaza boyamadan bırakmazdı. Sıcak kahvelerimizi, havaya fırlatır, yere kristal buz olarak düşüp parçalanmasını izlerdik. Bu kadar kara rağmen; üşümezdim Michigan'da! Kış gelir gelmez, satılan tüm pantalonlar, montlar, rüzgar geçirmez, kar suyunu içine almazdı. Keza botlar da öyle. Sıcacık ayaklarım hiç acımaz, ellerim uyuşmazdı.

Kimse üşümezdi aslında. Belediye öyle bir çalışırdı ki; gece boyunca kar küreme araçları durmazdı, ekstradan kazalar, donarak ölen ya da, düşüp ayağını bacağını kıran, normalden daha fazla sayıda olaylar yaşanmazdı. Tüm gece deli gibi kar yağar sonunda, sabah uyandığımızda, hayatımızı etkileyen hiçbir negatiflik olmazdı. Yıl 1993'dü....

Dün Çekmeköy'de, deli fırtınayla karışık karda, etraftaki telaşı izledim. Taksiler, buzlu yollarda, hızlı gitmeye çalışarak hepimizin canını tehlikeye atıyor, insanların çoğu düşüyor, tutunmak isterken ellerine kim gelirse, onları da yanlarına alıp yerlere savuruyordu.

Bir saat içinde, İstanbul trafiği birbirine girmiş; Ankara'ya yola çıkan babam; üç buçuk saatte; köprüye varamadığını anlatıyordu telefonda bana!

Her yerde elektrikler kesiliyor, kombiler belli bir saatten sonra evleri ısıtmıyor, evsiz-barksız insanların, sokak kedileri ve köpeklerinin akıbetinin ne olduğunu bile bilmediğimiz bir soğuk karanlık çöküyordu şehre!

Kimbilir kimlerin elleri bacakları dona kesiyor, bu coğrafyada yaşamanın bedeli ödeniyordu dün gece.... Bu şehirde kristal değil ağaçlar, güzel değil kar, bembeyaz hiç değil!

Pencereden attığım kırıntıları kuşların bulmuş olmasını, az sonra mahalleye bırakacağım mamaları da kedi-köpeklerin yemesini diliyorum.

İşsiz, evsiz, soğuktaki ana-babaların çocuklarının ise açlığı, sefaleti unutup kar topu oynamanın hazzına ersinler istiyorum bu gün. Anneleri üşüyen ayaklarını ovalasın. Çatlayan yanaklarını öpücükle karışık sıcak nefesleriyle ısıtsınlar!

Yıl 2010; yer ise KÜLTÜR BAŞKENTİ İSTANBUL.

2 Şubat 2010 Salı

PEN-CEREN----TEN-CEREN

çok yakında;

PEN-CEREN; düşüncelerimi; duygularımı; biraz siyasi, biraz politik biraz da, "ERKEK DÜNYASINDA" kadın olarak yaşamanın zorunlu zorluğundan bölümler;

TEN-CEREN; bölümündeyse, nefis Ceren yemekleri ve tarifleri eklenecek!

Şu blog olayını bir kavrarayım! Hızla geliyorum!

BLOG MACERASI!

İLK GÜN....

Blog deneyimi nasıl bir macera, hiç bir bilgim yok. Yaşamak, yaşadıklarımı paylaşmak, benim sesimi belki de uzatmak isteğim. Çünkü, yaşarken, yaşamı deneyimlerken, durup şöyle bir "kendime eğildiğimde" kızdığım, sevindiğim, anlamını bilemediğim o kadar çok şeyle karşılaşıyorum ki! Bazen,"bir dakika" demek geliyor içimden! İçimde kalmasından bıktığımdan belki de! Dışa vurmam gerektiğinden, ya da kim bilir bir yerlerde birileri "Ben de yaşadım işte bunu" desin diye. Ya da "olur mu canım, bu böyledir" densin diye!

Sesimi duyurmak istiyorum! Ben de varım diyebilmek!

YOLCULUK!

Merhaba,

Hayat kimi zaman çok kalabalık, kimi zaman da çok sessiz. Öyle ya da böyle, başladığımız noktadan, sürekli yeni deneyimlerle ilerlemek zorundayız. Güzel ya da kötü, adil ya da değil, yaşayıp, kendimize bir "anlam" katmamız gerekiyor. Ben "anlamlandırdıklarımı, hayallerimi, geçmişten getirdiklerimi, ve geleceğe götüreceklerimi buradan paylaşacağım!

Bu yolculuğa beraber var mısınız?