24 Ağustos 2011 Çarşamba



Bebeğim, ok kirpikli; gül dudaklı küçüğüm… Nasıl bir hediyesin bir bilebilsen benim için…

Sana dokunmak için yanan parmaklarımı hatırlıyorum. Narkoz baygını, çok sancılı ameliyatımın ardından nerede olduğumu bilmezken bile, senin hastane tulumunun arasından gördüğüm tenine erişeli, tam 8 yıl oldu…

Seni ilk kez hissettim bebek Alaz; aylardır beklediğim, adını sayıkladığım oğluma, sana, ılık bir Mayıs sabahı dokundum ilk… Nasıl farklı bir histi yaşadığım…

Hamile kaldığımda ilk kez güllerin kasım ayında böylesi deli, hoyrat ve özgür açtığını fark etmiştim… Ne kadar cömertmişler meğer renklerinde… Çılgın bordolar, parlak beyazlar, turuncu kayısı gülleri ve ne eşsiz kokuları varmış meğer.

İşte ilk o zaman anladım ki, 30 yıllık yaşantımda, fark etmediğim tüm güzellikleri senin hayatıma gelmenle birlikte bana öğretecektin…

Öyle de oldu… Seni bekledim, bekledim, bekledim…

Ve yine bir gül sabahı, Mayıs’ta, benim yüreğimin ülkesine tomurcuklandın…

İlk sabahımızdı seninle… Hastane odasında… Seni sabah saat 04.00’te bana getirdiler… Kucağımdaydın işte… Upuzun kirpiklerinle… Sen hiçbir şey bilmiyordun, kimse bilmiyordu seni nasıl beklediğimi… Öylesi yeni öylesi taze…

Renkli paket kâğıtlarıyla süslenmiş armağandın artık sen bana. Biliyordum, her paket, yeni bir renk, her renk yeni bir sürprizdi hayatımda… Daha hiç açmadığım, içindekini çok merak ettiğim heyecanımdın bundan sonra…

Seni kim bilir kaç kez kokladım. Hala sana çok yaklaşmam bunun içindir… Biliyor musun, sen konuşurken nefesini koklarım ben hala senin… Kollarını izlerim, bana bir şeyler anlatırken. Bakışlarını ezberlerim, ayrıyken ikimiz, yapıştırırım gittiğim her yere zihnimdeki görüntülerini… Seni her an, yanımda yoksan bile her yerde yaşarım ben kuzu bebeğim…

Bu yüzdendir, çıtır kabaklara benzetirim senin kollarını, her çocuk bakışı biraz sensindir bana, her kedi patisinin sıcacık yumuşaklığı, tüm çocuk elleri, senin ellerindir artık benim için….

Tenin özeldir ama özel kokar bana. Her bulut yumağı tenindir. İpek gibi yumuşak, şeftali tüylü, gül kokuludur… Bazen, olmadık bir zamanda gözündeki yaşa takılır aklım, biliyor musun, yanaklarından dökülürken o damlalar, gittikçe büyür, birer kaya olup yüklenir yüreğime… Ağlama isterim ben, sen hiç ağlama…

Aslında hiç bir çocuk ağlamasın isterim ben… “Dünyadaki hiçbir çocuğun canı yanmasın” diye dua ederim hep.

Biliyor musun? Dualarım değişti senin yüreğimin ülkesine gelişinden sonra…

“Sakın sana bir şey olmasın” “Annem, babam uzun yıllar; çok çok uzun yıllar yaşasın, Alaz’ın dayısı da evlensin, Alaz’a kuzenler gelsin” diye dua ediyorum “Leo da uzun köpek yılları yaşasın, yaşasın ki, oğlum köpeğini kaybetmenin acısını geciktirsin” diyorum uyumadan hemen önce…

Ama en çok “Sakın ölmeyeyim” diye dua ediyorum, “Allah’ım, sakın bu aralar ölmeyeyim… Seni büyütebileyim… İlk aşk acında, yanında olabileyim. Üzüntülerinin, sıkıntılarının ne kadar önemsiz olduğunu anlatırken sana, içimdeki panik belli olacak diye korkayım…

O uzun boyunla yürü sonra sen yanımda… Ben yine, hep şaşırayım, bu uzun boy genlerinin ailemizin hangi tarafından geldiği hep kurcalayıp dursun kafamı… Yine sana takılayım, “Acaba adını Alaz yerine, Palaz mı koysaydım” diye. Bunu duyunca, hep yaptığın gibi benden aldığın yamuk gülüşünle, kahkahalar at. Ve baygın bakışınla, hülyalı ok kirpiklerinle; 8 yaşında yaptığın gibi çikolatayla beni kıyasla…

Ve gün gelsin, seni emanet edeyim… O kız seni çok sevsin, sen de onu… Vallahi kıskanmayacağım sana söz…

Ama o kız da bilsin ki, sen yalnızlığımın aydınlık yüzüsün benim… Gücümsün, yaşama kök saldığım mücadelemsin. Bilsin ben gece gündüz Alaz için, oğlum için, bin bir sıkıntının içinde, sadece senin bir bakışın için ömrümü feda edecek kadar çok seviyorum seni…

Bilsin ki ben bu hayatta her şey oldum, Çocuk Ceren, Öğrenci Ceren, Evlat Ceren, Spiker Ceren, Eş Ceren… Ama en çok Anne Ceren olmayı sevdim, Anne Ceren’i yaşamayı seçtim; Alaz’ın annesi Ceren olmaktan çok gurur duydum. Bunu bilsin o kız e mi benim Ponko’m???

Ama o zaman gelinceye kadar, biz yine azıp, tepişelim seninle… Evin içinde top oynayıp, geceleri bile denize girelim… Yaz-kış dondurma yiyip, buzlu sular içelim. Soranlara inat, hasta olmadığımızı bizim soğuğu sevdiğimizi şımararak anlatalım.

Bana ilk bakışın gibi, okula ilk başlayışın, ilk cümlelerin, ilk adımlarının heyecanı gibi karşılayayım seni her keresinde. Hep aynı hasretle sarılayım ben, en son 5 dakika önce sarılmış olsam da… Duyduğum en güzel iltifatlara inanayım yine. Dünyanın en güzel; en komik annesinin kendim olduğuna inandığım gibi. Saçlarım uzun ve hep açık olsun, düşsün omzumdan aşağıya kadar ve senin için hiç toplamayayım. Ben ekran makyajımı silerken sen yine şaşırarak beni izle. Kimse çikolata sufleyi benim kadar iyi yapamasın ve galiba çok uzun süre, şehirdeki en güzel Çin yemeği bizim evimizde pişecek olsun.

Biliyorum sen bir gün gerçekten yumurta kırmayı öğreneceksin. Ve bu sefer yerlere değil, bir kâsenin, ya da tavanın içine isabet ettirebileceksin. Ama geçen gün kek yaparken, üçüncü kez kırmayı deneyip beceremediğin gibi her defasında, ben seni yeniden denemen için cesaretlendireceğim… Bir süre daha, bozduğun, kırdığın, kirlettiğin her şeyi ben temizleyeceğim.

Sonra bir gün, sen az kırmayı, az kirletmeyi ve bozmamak için dikkat etmeyi öğreneceksin. İnsanları, yapmaya çalıştıklarını, kendini kırıp dökmeden, ellerinde taşımayı öğreneceksin. Buna rağmen yine de dağılıp, bozulan şeyler olursa hayatında; onun çaresine bakmayı da bir gün öğreneceksin.

Ama bil ki; ben hep senin yanında yürüyeceğim. Sana hissettirmeyeceğim, ama hep yanında, yanı başında olacağım benim küçük prensim. Sen korkma diye dimdik duracağım hem de. Üzülme, sıkılma, hele hele de hiç ağlama isteyeceğim… O uzun boyuna bakıp, bakıp şaşırarak…

“Dik dur oğlum” diyeceğim sana…

“Omuzlarını düşürme, kendine inan ve bizi bu dünyada buluşturan mucizeye şükret.”

“ Ne kadar sevildiğini, nasıl özel olduğunu hep hisset…”

“Sevginin dünyanın en büyük zenginliği olduğunu unutma…”

“Ve başkasının mutluluğuna sevinmenin en büyük erdem olduğunu bilerek yaşa…”



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder