24 Ağustos 2011 Çarşamba


Dünyanın ismi daha dünya bile değilken; yeryüzünde yaşayan âdemoğulları ve kızları, geceleri bulutlarla örtünüp, gündüzleri güneşle yıkanırken; dünya işlerini bırakıp; gökyüzünü izler olmuş.

Gündüz bulutları seyre dalmak da eğlenceliymiş, ama asıl şölen geceleri yıldızlar ortaya çıkınca başlarmış.

Sihirli yıldızları izlemek; izledikçe de hayran olmamak elde değilmiş.

Bazı geceler bulutlar örterse eğer yıldızların yüzünü; anlatmak imkânsızmış yeryüzü insanlarının üzüntüsünü.

Yıldızlar parıldarken gecenin dibinde; yeryüzünden hayran hayran bakıp; bu işi keşfetmek isterlermiş.

“Nasıl olur?” derlermiş; “Bu karanlıkta böylesine parlaklık?”.

Güneş de parlakmış ama izlettirmiyormuş ki kendini. Biraz bakmak isteseler, rahatsız olup acıyormuş gözleri. Oysa yıldızlar öyle mi; hem de göz bile kırpıyorlar ve parıltılı her biri…

Artık tek konuları yıldızlarmış ve onların gizemi. Düşünmüşler ki; eğer ererlerse yıldızların sırrına, parıldamak da düşermiş her birinin payına.

O zaman işte, serperlermiş yıldız tozlarını üstlerine, yürüdükçe ışıldarmış, ışıldadıkça tanınırlarmış, tanındıkça sevilirlermiş, sevilince de mutluluğun kaynağına erişirlermiş…

“Düşünsenize” demiş, içlerinden biri;

“Alaz, alaz yansa renkler saçımızda, parıltılar ayaklarımızın altında; bu kadar uzaktan bize göz kırpan parıltı, bizim üstümüzde kim bilir nasıl kocaman bir ışıltı”

Eskiler gençlerden daha temkinliymiş. Korkuyormuş çünkü “ya çok ışıklıysa; her tarafa saçılırsa, birden bire üstümüze dağılırsa, ya bir daha da toplanamazsa.”

Ama yine de istiyormuş ayrı ayrı her biri, ne yazık ki ışıldamakmış tek eksikleri.

Güzel kızlar, yavaş yavaş güzelliklerini unutmuş, gençler, gençliklerinden vazgeçmiş, yaşlılar yaşlarından utanmış. Tek dertleri sıkıntıları yıldızları yakalamakmış.

Günler, geceler, birbirini kovalayıp dururken, artık herkes soluk soluk bakarken, anlamışlar ki bu böyle olmayacak, yıldız tozlarını ele geçirmenin bir yolu bulunacak.

İçleri içlerine sığmıyormuş, ama gel gör ki, yıldızları tutup çekmenin bir yolu da yokmuş.

Yıldızlar, gökyüzünün tepesinde, insanoğulları ise; yeryüzünde. Aradaki ise; kocaman kapatılamaz bir mesafe.

Bir araya gelip konuşmaya karar vermişler yine yıldızlarla dolu bir gece.

Yaşlısı, genci, akıllısı, delisi. Hepsi bir bir atıyormuş fikirlerini ortaya, çareler aranıyor, bir yol bulmaya çalışıyormuş her biri. Önce hep birden konuşmuşlar, sonra konuşmalar azalmış, en sonunda da birden herkes susmuş…

Büyük bir sessizlik olmuş;

O anda ama bir tanesi içlerinden sıyrılmış; herkesin ortasında yerini almış. Başını kaldırmış ve dimdik durmuş. Uzun boylu, geniş omuzlu güçlü; kara bir genç adammış konuşan

Demiş ki: “Dinledim hepinizi, ayrı ayrı, tek tek, kimsenin bir fikri yok, bilmiyor hiç kimse bu iş nasıl halledilecek. Şunu da anladık ki” demiş; “Yıldızları çekip almanın bir yolu yok. Ama hepimizin parlama isteği de oldukça çok”.

“O zaman” demiş; geriye tek bir yol kalıyor, eğer gelemezse bize yıldızlar, ben onlara giderim.

Bir alkış kopmuş ki kalabalıktan; genç daha bir heveslenmiş…

“Ben demiş; giderim yıldızlar diyarına; nasıl böyle parlıyorlar kendilerinden öğrenirim, anlar, geri gelirim… Gelirken de yanımda ışıltı getiririm.” Dönünce sonra, toplarım hepinizi yine bu geceki gibi buraya; bilip öğrendiğim tüm sırları; hepinize öğretirim.”

Bunu duyunca çok şaşırmışlar; bu işin büyük cesaret istediğine karar vermişler ve bu kara delikanlının adını CESARET koymuşlar.

O kadar sevinmişler ki; CESARET gidecek, yıldızların sırlarına erecek; geri gelecek ve sonunda her biri parıldayabilecek…

Günlerce, gecelerce çalışıp didinmişler; aşlarını ekmeklerini sularını paylaşmışlar, kocaman bir sapan yapmak için çalışmalara başlamışlar.

Sonunda dualar ederek ve ardından bir bardak su dökerek yollamışlar CESARET’i yıldızların en parlağına “KUTUP YILDIZI” na aylarca, yıllarca hazırladıkları bu iri sapanla…

Giderken yaldır yaldır yanan yıldıza iyice bakınmış CESARET; onun üstünde gezinecek olmasından çok hoşlanmış.

Ama yol o kadar uzun ve CESARET o kadar yorgunmuş ki; üç yüz dünya günü uyumuş yıldız yolunda.

Nice sonra gürültülü patırtılı yıldız yüzeyine değivermiş CESARET’in ayakları. Ardından da bedeni savrulmuş yıldızın ortasına.

Ayağa kalkmış hemen; heyecanlı. Hazırmış ne zamandır bu an için, oldukça meraklı. Karanlıkmış ortalık; açıkçası biraz şaşırmış CESARET. Beklediği ışıl ışıl koca bir sim bulutuymuş. Oysa yıldız yüzeyi oldukça donukmuş.

Gökyüzüne döndürünce yüzünü; görmüş yine binlerce parlayan diğer yıldızları.
“Mutlaka” demiş; “bu yıldızın da bir yeri parlamalı.”

Ve başlamış koşmaya. Koşmadan önce de üç taşı üst üste dizip; işaret bırakmış. Bırakmış ki; dönüp geri geldiğinde bilsin nereden başladığını!

Dört yıldız günü ve dört yıldız gecesi koşmuş, yıldızın parlak bölümüne ulaşmayı aklına koymuş… Parıldayan tozlar yerine; koyu karanlık bulaşmış ellerine.

Sonunda dizdiği taşların yanına gelivermiş bir sabah.

Bakışları boş; umudu kırık ve inancı yaralı oturmuş üç taşın yanına.

Ve CESARET; yıldız yüzünün karanlık yerinde; o an anlamış ki;

Çok uzaktan parlayan her yıldız; yakından ASLINDA renksiz ve soluk.

IŞILTILI VE ÇEKİCİ YILDIZ; YAKINDAN SADECE KARANLIK VE SOĞUK.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder